Bu konuyla ilgili konuşabilir miyiz?

Bir dans tiyatrosu prodüksiyonu ifade özgürlüğü, İslam ve çokkültürlülük konularına değiniyor. İÖP’nin eski editörü Maryam Omidi, ‘Bu Konuyla İlgili Konuşabilir Miyiz?’ oyununun yaratıcısı Lloyd Newson’la konuşuyor.

MO: ‘Bu Konuyla İlgili Konuşabilir Miyiz?’ adlı oyununuzun ne hakkında olduğunu anlatarak başlayabilir miyiz?

LN: ‘Bu Konuyla İlgili Konuşabilir Miyiz?’ dans tiyatro oyunu İslam, ifade özgürlüğü ve çokkültürlülük konularına değinen bir prodüksiyondur. Çokkültürlülük derken devletin ve hükümetin politikalarından bahsediyorum. Benim de prensipte hoşuma giden birçok ırk ve dinden oluşan farklılıkları barındıran toplumdan bahsetmiyorum. Yine de dikkat edilmesi gereken bir nokta var:  ‘‘çok dinden’’ derken kastettiğim başkalarının hakkına, özellikle de kadınların, eşcinsellerin, laiklerin ve farklı dinden olanların inancına saygı duyan herhangi bir inanç sistemine karşı herhangi bir sorunumun olmayacağını belirtmek istiyorum.

MO: Devletin çokkültürlülük politikası derken neyi kastettiğinizi biraz daha açar mısınız?

LN: Mesela çokkültürlülük adı altında İngiltere’de birbiri ardına gelen hükümetler 85’ten fazla sayıda şeriat mahkemesinin işlemesine izin verdiler. Resmi olarak şeriat konseyleri olarak adlandırılıyorlar. Ancak İngiltere’deki İslami Şeriat Konseyi’nin kendi sitesinde belirttiği üzere bu bir mahkeme sistemi olarak işliyor. Yani İngiliz mahkemelerine ek olarak bir nevi yasal  bir sistem olarak işlev görüyorlar. Fakat Müslüman kadınlara erkeklerle aynı haklar tanınmıyor. Bazı özel örnekleri vereyim; miras, çocuk velayeti, boşanma ve şahitliğin değeri gibi meselelerde Müslüman kadınların daha az hakkı bulunuyor. İngiltere’de Müslüman olmayan kadınlara tanınan haklarla eş düzeyde bir haklar bütünü Müslüman kadınlara tanımıyorlar. Sıkıysa eşcinsel bir Müslüman olarak bu ‘konseylerden’  birinde eşitlik aramaya çalışın bakalım.

MO: İfade özgürlüğü, çokkültürlülük, sansür, İslam – ne zaman bu temalar üzerine yoğunlaşmaya karar verdiniz?

LN: Daha önce ‘‘Sana Doğrusunu Söyleyeyim’’ isimli bir tiyatro oyunu yapmıştım. Bu oyunda üç Semavi dinin homoseksüelliğe nasıl baktığını incelemiştim. Dindar, dindar olmayan, eşcinselleri destekleyen ya da karşı olan ve arada kalan hemen hemen herkesle mülakat yapmıştık. Ayrıca özellikle de Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman eşcinsellerle mülakat gerçekleştirdik. Birşey çok açık olarak ortaya çıktı: Mülakat yaptığımız 40 kadar İngiliz Müslüman arasından hiç kimse bu çalışmada gerçek isimlerinin kullanılmasını istemedi. Beyaz homofobiklerden değil de kendi Müslüman topluluklarından gelebilecek bir misillemeden korkuyorlardı. Tabii eşcinsel Yahudi ve Hıristiyanlardan birkaçı da isimlerini gizlemek istedi. Ancak bu istek bu din gruplarda genel trend olarak ortaya çıkmadı.

Kanal 4’ten Eşcinsel Müslümanlar isimli bir programın yapımcılarıyla da konuştum. 200 kadar İngiliz eşcinsel Müslümanla mülakat yapmışlardı ve aralarından sadece biri belgeselde yüzünün görünmesine hazırlıklıydı. Öyleyse İngiltere’deki Müslüman eşcinseller sadece kimlikleri gizlendiği takdirde mi özgürce konuşuyorlardı?

Birkaç yıl sonra, yani 2009’da, İngiltere’deki Müslüman Çalışmaları Merkezi Gallup adında bilinen bir anket kuruluşuyla birlikte bir anket yaparak İngiliz Müslümanlara eşcinselliği ahlaken kabul edilebilir  bulup bulmadıklarını sordu. 500 kadar İngiliz Müslümanla mülakat yaptılar. Hiçkimse eşcinselliği ahlaken kabul edilebilir bulmadı. Müslüman olmayan İngiliz halkı için bu oran %58.

Bu oldukça olağanüstü bir durum. İngiliz Müslümanlar İngiltere’de kendilerine karşı saygı ve eşitlik talep ederken neden bunu eşcinseller için yapamıyorlardı? Tolerans tek yönlü değildir. Bu Konuyla İlgili Konuşabilir Miyiz? oyunun merkezinde herkes için eşitlik nosyonu yatmaktadır. İslam’a inanan insanlarla, ya da herhangi bir inanca inanlarla, ilgili herhangi bir sorunum yok.  Hatta köktenci inançlara sahip olanlara bile karşı değilim. Fakat insanların dinlerini kullanarak başkalarının insan haklarını bastırmaya çalışmalarına karşıyım. Sadece bu gibi durumlarda dini doktrine karşı itirazım var.  İngiltere’de Müslümanlara güvenlik ve dini özgürlük sağlanması, bu ülkedeki insanların Hıristiyanlığın inançlarına ve gücüne meydan okumaya ve bunlarla dalga geçmeye cesaret etmelerinin bir neticesidir. Bugünkü yasalara dinden ziyade akıl hakimdir.  Bu da netice itibariyle azınlık dinlerine sahip olanların barış içinde ibadet edebilmeleri anlamına geldi. Müslüman ülkelere kıyasla İngiltere’de çok daha fazla din özgürlüğü vardır. Hatta 2011’de dini özgürlükler konusunda en kötü durumda olan 10 ülkeden 7’si  Müslüman ülke çıktı.

İfade özgürlüğü sayesinde bu ülkede dini özgürlükler sağlandığı kadar kadınlara ve cinsel çeşitliliğe de saygı gösterilmeye başlandı. Tam da bu nedenle ifade özgürlüğü bu yeni çalışmanın ana teması oldu. Çünkü ifade özgürlüğünün azınlıklar da dahil olmak üzere herkes için neleri başardığına yeniden hatırlatılmaya ihtiyacımız var.

Bu yüzden bu temalarla ilgili birinci elden deneyimi olan 50 kadar kişiyle mülakat yaptığımız gibi ifade özgürlüğünün kısıtlaması üzerine olan ufuk açıcı söyleşileri de kullanmaya karar verdik. Örneğin Orwell münazaralarının bir parçası olan Timothy Garton Ash ve Mehdi Hasan arasındaki tartışma bunlardan bir tanesi.  Her ne kadar tartışmanın aşırı uçlarından birkaç sesi eklesek de – sağcı İslamcıları da barındıran sağ kanatı unutmamalıyız – mülakat ettiğimiz kişilerin savları incelikliydi. Önde gelen yazarlar, siyasi figürler, Müslümanlar, eskiden Müslüman olanlar, kadın hakları savunucuları, BM İnsan Hakları Konseyi danışmanlarından biri ve dahasıyla mülakat yaptık. Bunlar arasında Jyllands-Posten gazetesinin editörü (Muhammed karikatürlerini basan), Ayaan Hirsi Ali (eskiden Müslüman olan), İtaat isimli filmi yaptığı için öldüren Theo van Gogh ile beraber çalışmış Hollandalı eski bir milletvekili de vardı. İngiltere’de ve Avrupa’da Şeriat’ın tanınmasına karşı olan Herkes için Bir Yasa kampanyasından Maryam Namazie ile de mülakat yaptık.

Aynı şekilde İngiliz Müslümanlara ifade özgürlüklerinin kısıtlandığını hissedip hissetmediklerini ve öyleyse kim tarafından kısıtlandığını sorduk. Bunlar arasında Londra’daki Danimarka Konsolosluğu’nun önünde Muhammed karikatürlerini protesto ettiği için dört yıl hapse mahkum edilen Mizanure Rahman ve Kuran’ın Darwin teorisi ile uyumlu olabileceğini önerdiği için köktenci İslamcılar tarafında ölüm tehditleri alan İngiliz imam Usama Hasan da vardı.  Aslında İslamcıların kendi ifade özgürlüğü haklarıyla ilgili savlarının çoğunu anlayabiliyorum. Müslümanlar Wootton Bassett ve Luton’daki yurda dönüş geçiş töreni esnasında İngiliz dış politikasını protesto etmekten neden men edilsin ki? Bir grup Müslüman haşhaş yaktıkları için İngiliz Savunma Ligi tarafınca saldırıya uğradı. Bunu kabul edilemez buluyorum. İnsanların barışçıl protesto yapma hakkı vardır. Her ne kadar bazıları söylenenlerden ve yapılanlardan alınsa da yasalar çiğnenmediği ve şiddete başvurulmadığı sürece bir sorun görmüyorum.

MO: İngiltere’de insanların İslam hakkında açıkça konuşmaktan korktuklarını düşünüyor musunuz? Ya missilemeden ya da gücendirmekten korktukları için konuşmuyor olabilirler mi? Bu çok dikkatle yaklaşılması gereken ve tabu olan bir mesele midir?

LN: İngiliz Kabinesi’ndeki tek Müslüman kadın olan Lady Warsi yemek partilerinde İslam korkusunu özgürce dile getirmek çok olağan bir hale geldi diye ilginç bir gözlemde bulunmuştu. Ben bunun tam tersini gördüm. Katıldığım beyaz, solcu-liberal yemek partilerinde – ki esasında bu benim de demografimi gösteriyor – insanlar İslam hakkındaki bazı konuları tartışmaya pek yanaşmıyorlardı. Ama kadın hakları ve insan haklarını çiğneyen Hıristiyanlık ve Yahudilik öğretilerini rahatça tartışabiliyorlardı.

Benzer prensiplerin de İslam için geçerli olması lazım dediğinizde hemen ‘‘sessizlesiyorlar’’ ya da konuyu çeviriyorlar. Çoğunlukla oldukça gergin ve sinir bozucu bir hava oluşuyor.

MO: Neden böyle oluyor?

LN: Irkçı olarak algılanmaktan korkuyorlar ki bence bu oldukça yanlış bir tanımlama. Dinle ırkı birleştirme oldukça tembelce bir hareket. Ben burda ne ırkı eleştiriyorum ne de bir dini ayıplıyorum. Bir dinin öğretilerinden bazılarını, özellikle de insan haklarına karşı olduğu durumlarda, eleştiriyorum. Bu yemek partilerinin genellikle savunmacı hal almasının nedenlerinden biri de İngiltere’nin sömürgeci ve ırkçı geçmişinin farkındalığıdır. Fakat İngiltere’nin geçmişi hakkındaki suçluluk duygusunun beyninizi anestezi altına almasına ve şu anda gerçekleşen insan hakları ihlallerine karşı konuşmanızı engellemesine izin vermemelisiniz. Kültürel relativizmin savunucuları bu suçluluk duygusuna oynamayı başardılar. Tüm kültürlerin en iyi yanlarını alabilmeli ancak dini şiddeti, çok eşliliği, homofobiyi, zorunlu evlilikleri, dini yasaları, ırkçılığı, alkol ve uyuşturucu kullanımını, engellilere karşı önyargıyı, namus davalarını, çocuk hamileliğini ve dahasını istemediğimizi söylemekten korkmamalıyız. Bunları ele aldığımız müddetçe kültürler daha iyi bir hale dönüşebilirler. Kültürü değişmeyen birşey gibi düşünmemeliyiz.

MO: Sitemizde BBC’nin eski direktörlerinden Mark Thompson ile bir söyleşimiz var.  Bu söyleşide yetişkin İsa’nın bebek bezi bağlayarak biraz eşcinsel olduğunu itiraf ettiği bir şov olan Jerry Springer the Opera hakkında konuşuyor. Aynı şekilde Peygamber Muhammed hakkında bir programı yayınlayıp yayınlamayacağını sorduk ve Thompson hayır dedi. Açıklama olarak da İslam’ın İngiltere’nin geneline yayılan bir din olmadığını ve inanların halihazırda birçok farklı şekilde ‘‘toplumdan dışlanmış ve önyargıyla yaklaşıldıklarını hissettiklerini ve bu sebeple bu kişilerin dinlerine gelecek herhangi bir saldırıyı ırkçılık olarak algılamalarının oldukça muhtemel” olduğunu söyledi. Buna tezat olarak Hıristiyanlığın İngiltere’de ‘‘geniş omuzları’’ olduğunu ekledi. Bu cevap hakkında ne düşünüyorsunuz?

LN: BBC’nin eski direktörünün bir dini diğerinden ayrı tutmamız gerektiğini  söylemesi oldukça endişe verici. Yani İsa’ya inanların Muhammed’i takip edenler kadar korunmaya ihtiyacı olmadığı anlamına geliyor. Bu görüş yansız olması beklenen ve İngiltere’de toplanan vergilerle fonlanan bir yayın kuruluşundan geliyor. Tam da bu nedenle bu oyunu yapma ihtiyacı hissettik. İşin güzen olan yanı sırf Muhammed’ten sonra kimin geldiği konusunda anlaşamadıkları için İngiltere’deki Sunniler Şiileri öldürmüyor. Endonezya ve Pakitan’daki Ahmedi Müslümanlar kendilerini kafir olarak gören diğer Müslümanlar yüzünden kendi hayatlarından endişe duyuyorlar. Müslüman ülkelerindeki azınlık dinlerine nasıl davranıldığı düşünüldüğünde İngiltere’de Müslümanların deneyiminin önyargının yayılmasına sebep olacağı düşüncesi komik geliyor. Laik bir ülkede azınlık bir dini olarak daha çok saygı göreceksinizdir. Çünkü bu laik yasalarla güvenceye alınmıştır, dini yasalarla değil. Policy Exchange’in yaptığı bir ankete göre İngiliz Müslümanların %84’ü İngiliz toplumunun kendilerine iyi davrandığına inanıyor. Nasıl ki İngiliz Müslüman topluluklarında homofobi hakimse İngiltere’de de İslam korkusu var. Ancak sonu fobi ile biten tüm terimler hakkında şüphe duymalıyız. Örneğin mülakat yaptığımız yayıncı, yazar ve bilimadamı Kenan Malik, 2005 yılında o dönemde İngiltere İslam Konseyi başkanı olan Sir Iqbal Sacranie ile söyleşi yapmıştı. Sir Iqbal Sacranie, Salman Rüşti için ölümün çok iyi kaçacağını söyleyen ve eşcinselliği kınayan biri. Yine de şövalye ünvanını almış bir adam. Burda önyargıyı ve İslam fobisini nerde görüyoruz? Tüm bunlara ilave olarak, 2005’teki Malik ile olan söyleşinde terör karşıtı yasası kapsamında tutuklananların % 95 ile 98’inin Müslüman olduğunu söyledi. Malik daha sonra bunu araştırdığında rakamın aslında %7’ye yaklaştığını buluyor. İngiltere’deki Müslüman popülasyonunun büyük şehirlerde yaşamaya ve çok çocuk sahibi olmaya (örneğin, topluluğun genç üyeleri daha çok aramaya maruz kalıyor) mehilli oldukları düşünülürse %7 rakamı Müslüman popülasyonu için oldukça makul bir oran.  Bu mülakatın Madrid tiren bombalamaları ve  7/7 Londra metro saldırılarından sonra gerçekleştiği düşünülürse Müslüman erkeklerden durdurulup üzerleri arananların sayısının bu kadar düşük olması şaşırtıcı görünüyor. Peki neden İngiltere İslam Konsey’inin başı İslamfobisini bu kadar abartmıştı? Müslüman kuruluşlar ve liberaller tarafından sürekli bağırılarak dile getirilen İslam korkusu genellikle otomatik bir cevap haline geliyor ve çoğunlukla gerçeklerle çakışıyor.

MO: Bu da beni dördüncü prensibimize getiriyor: bütün farklılıklarımızı açıkça ve nezaket çerçevesi içerisinde konuşuyoruz. Bu prensip hakkında ne düşünüyorsunuz?

LN: Eğer nezaketten kastettiğiniz nazik davranmak ve saygılı olmak anlamına geliyorsa  birbirimizle nezaket içerisinde özgürce konuşma hakkı için savaşmak beni endişelendirir. Çünkü bizler başkalarının duymak istemedikleri şeyleri ifade etmek için savaşıyoruz. Çoğu insan Kuran’da ve Hadislerde geçen bazı bölümlerin kadınlara, inanmayanalara ve eşcinsellere karşı ayrımcılık yaptığını ve bu bölümlerin çıkarılması ya da dalgaya alınması gerektiğini söylediğimde alınıyor. Bu İncil’in en gücendirici bölümlerini eleştirmekten ve alaya almaktan farklı olmamalıdır. Konuştuğumuz insanlardan biri ‘‘Önemi olan herşey bir yerlerde birilerini gücendirecektir’’ dedi. Eğer dördüncü prensibiniz nezaketli olmanız gerektiğini söylüyorsa, korkarım ki önemi olan herhangi bir şeyi söyleyemeceğiniz ve dolayısıyla da hiçbir şeyin değişmeyeceği anlamına gelir. Neyin kabahatli olduğuna kim karar veriyor? Eşcinsellik için ölüm cezası olan ülkeler çoğunlukla Müslüman ülkeler. Geçen Mart ayında, BM İnsan Hakları Konseyi dünya çapında gay ve lezbiyenlere karşı şiddeti  ve cinayetleri durdurmak için işbirliği önerdiğinde İslam İşbirliği Teşkilatı’na üye olan Müslüman ülkeler oturumu protesto ederek salondan ayrıldılar. BM İnsan Hakları Konseyi sırf Müslüman ülkeleri gücendirdi diye gayleri, kadınları, çocuk gelinleri ve namus kurbanlarını korumaktan vazgeçmeli midir? Şahsen gücendirici de olsa gerçeği duymayı yeğlerim. Böylece meseleyi tartışabiliriz ve umarım en tutarlı, insancıl ve akılcı çözümü bulabiliriz. İşte bu ifade özgürlüğünün gücünü ve önemi gösterir.

MO: Sizce nefret söylemine sınırlandırmalar getirilmeli midir?

LN: Nefret söylemi kavramını zor buluyorum. Nefret söylemini yasalara dökmeye başladığınız anda Orwelci bir hava hakim olmaya başlıyor. Sanki hükümetler nefret bile duyamazsın diyerek duygularımızı kontrol etmeye çalışıyorlar. Kadını buyruk altına alan ve inanmayanlara karşı şiddeti meşru gören dini metinlerden nefret ediyorum. Çoğu dini kitap gaylerin öldürülmesi gerektiğini söylüyor. Benim ölümümü onaylayan birşeyden nefret etmek çok mu akıldışıdır? Bu çalışmaya eklediğimiz söyleşilerden biri de Salman Rüşti ile Müslüman reformist İrshad Manji arasındaki söyleşidir. Rüşti eğer biri Nazi ideolojisinden nefret ediyorsa normal kabul ediliyor diyor. Yani ‘‘Yahudilerin öldürülmesini isteyen Nazi ideolojisinden nefret ediyorum’’ demek kabul edilebilir. Peki başkalarından nefret etmeyi savunduğu için İncil ve Kuran’dan bazı pasajları ve Hitler’in Benim Kampım kitabının kopyalarını yasaklamalı mıyız? Birşeyden nefret ettiğini söylemek ya da bu konuda birşeyler basmak bence kabul edilebilir. Ancak bu şiddete maal vermeye başlarsa kabul edilemez olur. Peki kutsal kitaplar ve Benim Kampım için neler oluyor? Bu gibi tarihi kitaplar için birşey yapılabileceğini sanmıyorum. Ancak şimdi bulunduğumuz konumda bir gruba karşı şiddeti savunan yeni yazı ve konuşmaların, sadece ‘nefret  içeren’ düşüncelerin değil, yasaklanması gerektiğini düşünüyorum.

Ölçüsüz ifade özgürlüğü gibi birşeyin olmadığını kendimize hatırlatmamız önemli; iş kontratlarında gizlilik özel koşulları bulunuyor; sözlü ve yazılı iftira yasaları var; devlet sırları hakkında resmi görevlilerin konuşmasını yasaklayan Resmi Sırlar Yasası ve ırkçı dile karşı yasalar var. Ancak beni daha ziyade endişelendiren sırf birileri gücenecek ya da  birileri ‘nefret ettiği’ için ifadenin sınırlandırılmasıdır. Bu nedenle Kamu Düzeni Yasası’nın 5. Bölümünde yer alan ‘‘saldırgan ya da gücendiren’’ davranışlarda bulunan ya da ‘‘tacize, strese ve paniğe’’ yol açan davranışları gösteren insanların yargılanmasının kaldırılmasını destekliyoruz. Bu yasa ifade özgürlüğü için gerçek bir tehdit oluşturuyor ve böylesi öznel bir kriterin yasada yer alması endişe verici oluyor.

MO: Sitemizde Jeremy Waldron’un nefret söylemi yasasını savunduğu bir tartışma parçası var. Korunmasız durumdaki azınlıkların korunması gerektiğini, ve herkesin özgürce saldırabileceği böylesi savunmasız bir toplulukta yaşamanın kişinin itibar duygusunu ve kendisine olan saygısını azaltacağını söylüyor.  Bu sav hakkında ne düşünüyorsunuz?

LN: Bu savı, yani bazı insanlara diğerlerine göre farklı davranılması gerektiği düşüncesini, oldukça kibirli buluyorum. Eşitliğe mutlak olarak inanıyorum. Eğer yasalarınız tüm azınlıklara çoğunluk mensuplarıyla aynı hakları tanıyorsa insanları topluma dahil edebilirsiniz ve toplulukları parçalanmaktan kurtarırsınız. Daha da kötüsü nefret söylemi yasasını çıkardığınızda çoğunlukla azınlık grupları hedef oluyorlar. Örneğin İngiliz Müslümanları dış politika karşıtı protesto yaptıklarında kendi düşüncelerini söylemekten ve ifade özgürlüğü hakkından ziyade İngiltere’ye karşı nefreti körüklemekle suçlanabilirler. Peki ya kendi dinlerini alenen kınamak isteyen kadınlar, eşcinseller, din değiştirenler ve laikler ne olacak? Bence Waldron’un savı kendisiyle çelişiyor. Çünkü savunduğu nefret söylemi yasası azınlıkları korumaktan ziyade onların alehine çalışabilir.

MO: Oyununuz Ray Honeyford ile açılıyor. Honeyford, 1980’lerde çokkültürlülüğü eleştirdiği için ırkçı olmakla suçlanan bir öğretmen. Şubat 2012’de vefat etti, fakat çoğu kişi onun çokkültürlülüğün ayrılıkçılığı desteklediği tezine katılıyor. Bu konudaki görüşleriniz nelerdir?

LN: İngiltere’deki ilk Asyalı Müslüman Lord ve Belediye Başkanı olan Mohammed Ajeeb ile röportaj yaptık. Honeyford tartışması başladığında Bradford’un belediye başkanlığını yapmaktaydı. Bana Honeyford’un ne söylediğinin değil nasıl söylediğinin önemli olduğunu açıkladı. İnsanların Honeyford’un savlarında kullanılan dilin tonunun ayırdına nasıl varmadıklarını görmek şimdi bana çok ilginç geliyor. Bir sürü yazıyı okuduktan ve karısıyla mülakat yaptıktan sonra kullandığı dilin aşırı olduğuna katılıyorum. Aslında onun hakkındaki yedi dakikalık sahnede Honeyford’ı destekleyen sadece iki kişi var ve onlar da aralarında üç cümle konuşuyorlar. Fakat aynı zamanda Honeyford’un kendi öğrencilerinin – ki %90’ından fazlasını Asyalılar oluşturuyordu – 80’lerin Bradford’unda İngilizce’ye yeterince hakim olmadığı ve okulun ırk bakımından karma olmadığı için endişelendiğini kabul ediyoruz. Okulun kültürel olarak yeterince karma olmadığı ve Bradford’un çokkültürlü eğitim politikalarının ırk bakımından ayrılmış okulları teşvik ettiği için bu öğrencilerin kaybettiğini hissediyordu. Honeyford öğrencilerini İngiltere’de yaşamaya ve çalışmaya hazırlama görevi kendine edinmişti. Bu nedenle de Asyalı öğrencilerin İngilizceye yeterince hakim olmaları ve İngiliz kültürüne maruz kalmaları gerektiğini düşünüyordu. Yani Honeyford Asya kültürünün pozitif değerlerini yadsımıyordu. İşin komik tarafı seçtiği dilde bazen özensiz olabiliyor ve bu retoriğin ötesinde entegre olmuş bir toplum hedefi kayboluyordu. Bradford’daki Camiler Konseyi’nden Ishtiaq Ahmed ile de mülakat yaptık.  90’ların sonunda bir anket düzenleyen Ahmed, Bradford’daki öğrencilerin Asyalı hemşirelik okullarına, Asyalı ilkokullar ve liselere gittiklerini, hatta kolejdeyken de Asyalı olmayanlarla hiçbir zaman kaynaşmadığını gördü. Bu karmaşık bir durum. Beyazların kaçması ve belediyelerin Asyalı aileleleri yoksul bölgelere atması gibi meseleler var.

Honeyford, 1985’te istifaya zorlandı. 2001 yılında Bradford’ta etnik ayaklanmalara baş gösterdi. Çoğu insan Honeyford’un diline takılmayıp ana savlarından yola çıkarak birşeyler yapsaydık bu ayaklanmalar olmayacaktı diye hissetti. Bu sene OECD’nin yayınladığı bir rapor İngiltere’deki okulların dünyadaki okullar içeresinde sosyal ve ırk olarak en fazla ayrışmış okullar olduğunu söylüyor.

Madalyonun diğer yüzünde bu proje için mülakat yaptığımız bazı Müslümanların kendi çocuklarının İngiliz toplumuna yeterince entegre olmaları için kararlı olduklarını ve bu nedenle de onları Asyalı okullardan alarak çoğunluğun beyaz olduğu okullara verdiklerini gördük. Böylece entegre olma ve daha başarılı olma şanslarının artttığını düşünüyorlar. Honeyford’u destekleyen ve çocuklarını onun okuluna vermek isteyen bazı Asyalı aileler, çocukları okula götürmeye çalışırken okulu boykot eden aileler tarafından fiziksel şiddete maruz kaldılar.  Honeyford efsanesi oldukça karmaşık. Bunu göstermek istememizin temel sebebi Honeyford’un çokkültürlü eğitim politikalarının sorunlarını tartışmak isterken sadece öfkeli aileler tarafından değil Yerel  Eğitim Otoritesi tarafından da ssansüre uğramasıdır. Peki onun ifade özgürlüğü hakkı neredeydi? Baş öğretmen olduğu için mi pes etmişti? Tabii kendi dilini seçerken daha dikkatli olmalıydı. Yine de ifade özgülüğü sadece diplomatlar için geçerli olmamalıdır.

MO: Herhangi bir noktada Müslümanlar hakkındaki kalıplaşmış önyargıları sürdürdüğünüz ve esasında İslam  korkusunu teşvik ettiğiniz endişesi oldu mu?

LN: Yok olmadı, yani en azından benim açımdan. İngiliz Müslümanların %100’ünün eşcinselliğin kabul edilemez olduğunu söylediği ankete dönecek olursak, peki orada kim kalıplaştırma işini yapıyor? Tabiki ben değil. Çalışmamızda çok geniş yelpazeden Asyalı ve Müslüman seslerini ekledik; gelenekçiler, ılımlılar, dinden dönenler, ölüm tehditi alan bir imam, ilerici ve muhafazakar Müslüman kuruluşlarının üyeleri, İslamcılar, eski Müslümanlar, reformcu lezbiyen bir Müslüman. Konuştuğumuz çoğu Müslüman birbiriyle zıt düşüncelere sahipti. Kullanmak istediğimiz seslerin kabaca yarısı Müslüman temellerden geldi. Geniş yelpazemizle birlikte konuştuğumuz kişilerin temsil ettiklerini ve entellektüel birikimlerini beraber ele alırsak kalıplaşmış önyargıları ürettiğimizi söylemek zor olur. Çünkü sahnede hikayeyi bizim ağzımızdan değil onların ağzından dinliyorsunuz. Bunlardan gücenip gücenmeyeceğiniz başka bir mesele.

Devamı İçin:


Comments (1)

Buradaki otomatik çevirileri Google Translate (Google Çeviri) yapmaktadır. Bu çeviriler size katılımcının söyledikleri hakkında genel bir fikir verecektir. Fakat bu çevirilerin doğruluğuna güvenilemez. Lütfen çevirileri bu notu aklınızda tutarak okuyunuz.

  1. Right now in our International Baccalaureate Language and Literature class, we are debating the implications of freedom of speech and hate speech. Three of us choose this article and are responding to the provocative idea of Lloyd Newson: should the government be allowed to ban passages in globally provocative texts such as the Quran and Bible when they advocate violence towards like human beings? And we all have different views on this statement.
    What Lloyd Newson and his team at DV8 created is both insightful yet controversial. His theatrical production about multiculturalism, free speech and Islam, is audacious as it addresses issues that have been considered taboo for centuries, tackling sexuality and gender equality. With not a single person out of 500 random British Muslims finding homosexuality morally acceptable; his play is bold, and is like ripping a band-aid off of a manifesting wound, which needs exposure to oxygen.
    Even as we are writing this, we are debating. We find ourselves agreeing with different parts of Newson’s stance and with each other. We all have different backgrounds and cultural perspectives that influence our views. Newson finds his stance to “feel orwellian”. Newson questions whether governments should restrict emotions and what we are allowed to “hate”, however then Newson brings in another external source, in the form of an interview. The aforementioned interview was between author-activist Rushdie Salman and Muslim reformist Irshad Manji, who was called ‘Bin-Laden’s worst nightmare’ by the New York Times. Rushdie said that if someone hates Nazi ideology, it is okay.
    “It is acceptable to say, ‘I hate Nazi ideology, which wanted Jews executed’” this is because when we think of Adolf Hitler and the Nazi ideology we believe in the persecution and execution of a specific group based on their beliefs, so what is the difference between that stance and the ideas of the Qu’ran “[7:80] “Do you commit such immorality as no one has preceded you with from among the worlds? Indeed, you approach men with desire, instead of women. Rather, you are a transgressing people.” [81] This passage was one which was later considered to be a foundation for later hadith (reports of Muhammad’s words and deeds outside of the Quran) and the opinions of jurists and legal scholars on how to punish homosexuals (this might be a narrower interpretation within the confines of the Shariah courts). Thus, it might plant the seed of hatred and inequality in the minds of many and then allow them to decide on their own actions. It does so by referring to homosexuality as immoral. This is a prime example of where publishing of ‘hate speech’, might lead to people taking matters into their own hands, turning to violence. After World War One in Germany, Hitler planted the idea of anti-semitism, through his book Mein Kampf, in the minds of many German people. Once accepted it was taught to most children at schools who were then raised on the idea, and because of this indoctrination, many such youth felt hatred towards the Jewish people and thus followed along with the idea of violence.
    However, the other side of the argument is that, by banning those books for advocating hate, it is an attack on freedom of speech, and is unnecessary. As Kenan Malik said in his interview with Peter Molnar in “The Context and Context of Hate Speech: Rethinking Regulations and Responses”, “Hate speech restriction is a means not of tackling bigotry but of rebranding certain, often obnoxious, ideas arguments as immoral. It is a way of making certain ideas illegitimate without bothering politically to challenge them and that is dangerous.” It is a way of avoiding the real issue, because even though we ban the books, it doesn’t mean that the hatred will suddenly disappear from the face of the earth.
    In the preface to Animal Farm Orwell claims, “If liberty means anything at all, it means the right to tell people what they do not want to hear.” However, if what they do not want to hear leads to implications of violence and death should then this liberty be provoked, to protect the lives, both physically and mentally, of like human beings?

    Isobel Maddock, Sholpan Marabayeva and Britt Mayers

İstediğin dilde bir yorum yaz

Öne çıkanlar

Öne çıkanları görmek için sola kaydır


Özgür İfade Platformu Oxford Üniversitesi, St. Antony's Koleji'ndeki Dahrendorf Programı'nın Özgürlük Çalışmaları için yürüttüğü bir araştırma projesidir. www.freespeechdebate.ox.ac.uk

Oxford Üniversitesi