03Bilgi

Bilginin yaygınlaştırılmasına dair hiçbir tabuyu kabul etmiyor, bilgiyi yaygınlaştırmak için her fırsatı değerlendiriyoruz.

Hâla tabularla dolu bir dünya

Bilginin tartışılmasında ve paylaşımında hiçbir tabuyu kabul etmiyoruz demek bariz olabilir. Yine de devlet yetkilileri ve özel yetkililer defalarca bizlere bu tür  tabuları dayatmaya çalışmışlardır ve hala da dayatmaya devam etmektedirler. Sürekli dayatılan kısıtlamalardan biri de, herhangi bir savın doğruluğu bilimsel olarak kanıtlamadan, din referans gösterilerek üstüne basa basa “doğru” ilan edilmesidir. Belki de tarihte bunun en ünlü örneği Roma Katolik Kilisesi’nin İtalyan bilim adamı Galileo Galilei’nin Dünya’nın Güneş etrafında döndüğü  savını zorla geri aldırmasıdır.

Günümüzdeyse İngiliz imam Usama Hasan kendi camisinde İslam’ın evrim teorisiyle bağdaştığını ileri sürdüğü için ölüm tehditleri almıştır. Hasan’ın muhaliflerinden birinin alaycı bir şekilde söylediği gibi, kalabalık bir camide “Evrim!” diye bağırmamalısınız. (Bu söz, Amerikalı hukukçu Oliver Wendell Holmes’ün meşhur “Kalabalık bir tiyatroda Yangın Var! diye bağırmamalısınız” deyişinin bir uyarlamasıdır.) İslam dünyasının çoğunda hala evrim öğretilmemektedir. Bu bir tabudur. (Bakınız P7)

Şirketler, karteller ve profesyonel dernekler, kendileri için tehditkar gördükleri araştırmaları durdurmaya çalışmışlardır. İlaç firmaları büyük yatırım yaptıkları ilaçların, bilimsel deneylerden çıkan olumsuz kanıtlarını bastırmış ya da göz ardı etmiştir. İngiliz bilim yazarı Simon Singh, “zerre kadar kanıta” dayanmayan “uydurma tedavi”leri teşvik ediyor dediği İngiliz Kıropratik  Birliği tarafından dava edilmişti. Davada, sağlıklı bir bilim tartışmasının üstünü kapatmaktan ötürü Hakaret Yasası (bakınız P9) uygulanmıştı.

Çoğu devletin yasak bölge ilan ettiği konular vardır. Bu bazen vatandaşlarının özel hayatını korumaya yönelik (bakınız P8) olabileceği gibi, milli güvenlik gibi sebeplerle devlet sırlarının meşrulaştırılması da olabilir (bakınız P10). Bu ve bu gibi iddiaları bazı kısıtlamalar yüzünden prensipte kabul edebiliriz, ama asıl sorun sınırların çok geniş çizilmesindedir. Çoğu zaman bu tabular, eski olayları ya da geçmişteki önemli şahsiyetleri ilgilendirir. Bu gibi durumlardaysa yukarıda bahsettiğimiz sebepler kabul edilemez.

 Geçmişi kontrol etmek

Buna en aşikar örnek, totaliter rejimlerin tarihlerindeki utanç verici bölümleri milletçe ya da ideolojik olarak sistematik bir inkâr ya da saptırma yoluna gitmeleridir. Onyıllarca, Sovyetler Birliği Polanya’nın Sovyetler ve Nazi Almanyası arasında bölüştürülmesini öngören, 1939’da imzaladığı Nazi-Sovyet Saldırmazlık Anlaşması’yla sağlanan gizli protokolü inkar etmiştir. (Profesör Ash önemli bir Sovyet tarihçisinin yüzüne karşı bunu nasıl inkâr ettiğini hâla dün gibi hatırladığını söylüyor.) Sovyetler Birliği onyıllarca, yine 1940’ta Katin’de Sovyet güvenlik güçlerince öldürülen Polonyalı subayların esasında 1941’de Naziler tarafından öldürüldüğünü iddia etmiştir. Aksini ima edenler tutuklanmıştır, yani başka bir deyişle doğruyu söyleyenler dokuz köyden kovulmuştur.

Gününümüzün Çin’indeyse, Tiananmen Meydanı’nda 1989’da neler olduğunu özgürce tartışamayabilir veya bu konuda bildiklerinizi yayamayabilirsiniz. Çin’in Baidu  arama motorunda “Tiananmen  katliamı” diye bir arama yaparsanız, şu mesajı görürsünüz: “Arama sonuçları, ilgili yasa, düzenleme ya da politikalara uymamaktadır ve gösterilemez.” İran İslam Cumhuriyeti’nde devletin kurucusu Ayetullah Humeyni hakkında eleştirel bir özgeçmiş yazısı yayınlayamazsınız.

Bu gibi önlemler sadece totaliter ya da otoriter hükümetlere özgü bir şey değil. Türkiye’de bazı  gazeteciler aleyhinde, ülkenin kurucusu Kemal Atatürk hakkında eleştirel savlar ileri sürdükleri için dava açılmıştır. Hindistan’da ise Gandhi’nin biseksüel olabileceğini öne süren bir biyografisi (ki kitabın yazarı bunu reddetmiştir) Gujarat hükümeti tarafından yasaklanmıştır.

Yahudi soykırımının inkarı

Avrupa’nın bazı liberal ve kanunlara saygılı demokratik ülkelerinde bile, tarihi tartışmalar  hakkında sınırlandırmalar bulunmaktadır. Bu ülkelerde, Yahudi Soykırımı olarak da bilinen, II. Dünya Savaşı sırasında milyonlarca Yahudinin öldürüldüğünü inkar edenler hapse atılabilir. 1945’ten sonra Naziliğin yeniden hortlamasından korkan Almanya ve Avusturya, Yahudi Soykırımı’nı inkar etmeyi yasaklayan ilk ülkelerden olmuştur. Öyle ya da bu şekilde Yahudi Soykırımı’nı inkâr etmeyi suç sayan en az on Avrupa ülkesi bulunmaktadır.

Daha açık olmak gerekirse, Yahudi Soykırımı’nın hatırası çok büyük önem taşır. Ben hatta soykırımın kutsal (laik anlamıyla düşünecek olursak) bir şey olduğunu söylüyor (Timothy Garton Ash). Bana göre 1945’ten sonra Avrupa’da yapılandırılmaya çalışılan liberal düzen, daha derinlerde bunun gibi bir olayın tekrarlanmamasını sağlamak içindir. Fakat insanların soykırımı inkâr etmesini kanunla yasaklamak bu tekrarı önlemek için yapılacak en yanlış şeydir.

Avrupa’daki Yahudilerin toplu katliama uğramadığı tezini yalanlayabilecek sürüyle tarihi kanıt vardır. Eğer bir şahıs bu kanıtlara inanmıyorsa, yasalar öyle dediği için buna inanmamazlık etmeyecektir. En iyi ihtimalle, özel yaşamında ne düşündüğünü  kamusal alanda ifade etmeye korkacaktır. 2006 yılında Avusturya,  tarihçi David Irvıng’i Yahudi Soykırımını inkar ettiği için hapse attığında, bu sadece Irving’in kendisini özgür ifadeşehidi olarak ilan etmesini sağladı.

Artan tabular ve çifte standartlar

Aynı “nefret söyleminin” diğer şekillerinde olduğu gibi (bakınız P4),  tabuların da çığ gibi artan olumsuz etkileri olabilir. Bazı gruplar şöyle düşünebilir: “Eğer onların şehitlik mertebesi kutsal bir tabuya yükseltilecekse, bizimki neden yükseltilmesin.” Avrupa’da olan da zaten budur.

1995 yılında, Fransız mahkemesi Osmanlı tarihi uzmanı Bernard Lewis’i, Osmanlı hükümdarlığının son yıllarında Ermenilerin maruz kaldığı felaketin, uluslararası hukuka göre “soykırım” olarak tanımlanamayacağını savunduğu için, suçlu bulmuştu. 2007 senesinde, Türk politikacı ve gazeteci Doğu Perinçek, İsviçre’deyken Ermenilere yapılanın soykırım olmadığını iddia ettiği için hapse atılmıştı. Bu esnada, Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk İsviçre’de bir dergiye verdiği röportajda, Ermenilere yapılanın soykırım olduğunu ima ettiği için Türkiye’de hakkında dava açılmıştı. Alpler’deki devletin doğru saydığı, Anadolu’daki devlet tarafından yanlış sayılabilir.

İyi niyetli bir Alman adalet bakanı, AB Çerçevesi Kararları’ndan birinde benzeri tarihi olayların inkarının yasaklanmasının tüm üye devletler tarafından kabulünü şart koşunca, Doğu Avrupa ülkeleri komünist-totaliter rejimin dehşet verici olaylarının inkarının da yasaklanması gerektiğini savunmuştu. 2010 yılında, Macaristan hükümeti Yahudi Soykırımı’nın inkârını yasaklayan kanunu geçirdi. Aynı yılın sonuna doğru,  meclisteki yeni çoğunluk yasayı  “milliyetçi, sosyalist ya da komünist sistemler tarafından işlenen katliamları inkar eden kişilerin cezalandırılması” şeklinde değiştirdi. Ve bu liste böylece sürüp gitmekte.

Aynı zamanda çifte standard suçlaması gibi bir durum da var. Bazı Müslümanlar, “Siz Avrupalı, Hristiyan, Yahudi, Aydınlanma liberalleri, sizin için en kutsal sayılanı- Yahudi Soykırımı’nın hatırasını- kanunlarla koruyorsunuz, fakat biz Müslümanlar için en kutsal sayılanı-Hz Muhammed’in anısını ve resmini- karikatür konusu yapıp istimar edebiliyorsunuz. Sizin için başka, bizim için başka kurallar geçerli” diyor. Tarihi olaylar ile dini inanç tam olarak karşılaştırılamasa da, haklı oldukları bir nokta var. Bu karmaşık dünyada öyle ya da böyle bir şekilde tutarlı olmalıyız. Yoksa bütün tabuları biraraya toplasaydık hakkında konuşabileceğimiz bir şey kalmazdı.

Bu poziyonu destekleyen, BM İnsan Hakları Komitesi’nin 19. Maddesi hakkında yetkili bir yorumun dediği gibi; “Tarihi olaylarla ilgili belli görüşlerin ifadesini yasaklayan kanunlar, Uluslararası Sivil ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin devletlere dayattığı yükümlülüklerle uyuşmamaktadır.”

Tabular olmasın demek “her şey serbest” demek değildir

Söylediklerimizin hiçbiri, bir anlığına bile olsa, tarihin ya da başka bir bilginin yanlışlanmasını kabul etmeliyiz anlamına gelmemeli. Tam tersine, özgür ve açık bir tartışma ortamında bunları  kıyasıya tartışilebilmeliyiz. Büyük yalanların hakim olduğu bir asırdan uyandıktan sonra, 17. yüzyıl şairi John Milton’ın doğruluğagüzellemesinde bahsettiği, sınırsız iyimserliği artık paylaşamıyoruz: “Bırak onu, yalanlarıyla uğraşsın; özgür ve açık bir yüzleşmede doğrunun kötüye kullanıldığını kim bilebilmiş ki?” Fakat yanlışlara karşı savaşta daha iyi bir yöntem henüz bulunmuş da değil.

Aynı şekilde, bu yanlış savların okullarda öğretilmesi ya da devlet tarafından kabul edilmesi anlamına da gelmemelidir. Bu prensip, ne yaratılışçılık devlet okullarında okutulmadır anlamına gelir, ne de  II. Dünya Savaşı sırasında Japon güçlerinin nasıl hareket ettiğinin yanlı bir versiyonunu anlatan ders kitaplarını destekler. Medya kuruluşları hangi bilgiyi nereye yayacağı konusunda seçici davranmalıdır. Nasıl bomba yapılır ya da nasıl intihar edilir gibi bilgilerin ön sayfaya konulmaması için güçlü sebepler vardır. (Google arama motoru mühendisleri, benzeri  bilgilerin otomatik tamamlama seçeneklerinde çıkmaması için ayarlama yapmıştır. Bunlar özel güçler tarafınca yapılan redaksiyon seçimlerdir.

Dikkat gerektiren bir prensip

Bu prensibin üslubuna çok dikkat edilmiştir.  Prensibimiz sadece, baskıcı güçler tarafından dayatılan, özgür bir alternatifin olmadığı, mutlak yasak anlamına gelen tabulara karşı durmalıyız, der. Önceki taslak presibimiz, bilgiyi araştırmada tabular olmamalıdır diyordu. Bazı uzmanlarımız, araştırmada bazı tabularımız olduğunu ve tüm uygarlığın buna bağlı olduğunu belirtmişlerdi. Örneğin,  Nazilerin insan denekler üzerindeyaptığı korkunç deneylere bugün izin vermiyoruz. Bu sebeple, bu prensibi “bilginin yayılması ve tartışılması” şeklinde değiştirdik.

Üslubuna önem veren 5. presibimiz bile dikkat gerektirir. Aynı farklılıklarla yaşamak zor olduğu gibi, bilginin özgürce yayıldığı ve tartışıldığı bir ortamda yaşamak da zordur.

Burada kulağa küpe olabilecek bir örnek verelim. 2005 yılında bir akademik  konferans sırasında, dünyanın en ünlü üniversitelerinden birinin rektörü olan Larry Summers, fen ve mühendislik bölümlerinin üst akademik pozisyonlarında neden  kadınların erkeklerden daha az olduğunu yüksek sesle düşündü. Belki diplomatik olmayan bir dil kullanmış olabilir, ama bu düşünmeden yapılmış bir hata değildi. Çünkü defalarla kendi hipotezinin çürütülebileceği konusunda dinleyicileri uyardı. Sonrasında büyük bir fırtına koptu ve bu Summers’ın Harvard’ın rektörlüğünden istifasına kadar uzandı. Tabii ki bu hikaye sadece bir konferans konuşmasından ibaret değil. Summers’ın tam da ne söylediğine yakından bakacak olursak,  aslında kişinin istifa etmesini gerektirmeyecek, kanıtlarla desteklenmiş bir bilgiyi özgürce, açık fikirli olarak ve korkusuzca tartışmalıyız dediğini görüyoruz. Lütfen siz de göz atın ve ne düşündüğünüzü bize söyleyin.

Özgür İfade Platformu’ndaki diğer herşey gibi, bu prensip de taslak halindedir. Benim yazdığım bu giriş bölümü de karşı bulgulara, savlara ve değiştirilmeye açıktır. Yoksa kendisiyle çelişen bir prensip olmaz mıydı? (Timothy Garton Ash)


Comments (5)

Buradaki otomatik çevirileri Google Translate (Google Çeviri) yapmaktadır. Bu çeviriler size katılımcının söyledikleri hakkında genel bir fikir verecektir. Fakat bu çevirilerin doğruluğuna güvenilemez. Lütfen çevirileri bu notu aklınızda tutarak okuyunuz.

  1. “We require and create open, diverse media so we can make well-informed decisions and participate fully in political life.”
    Reading threw the explanation and the discussion sparked by it, I have several considerations.
    Firstly, we could consider if the right of free speech should entail a right to mislead or not. Should I be free to try and convince others with arguments that I know are bias or false? If not, should the right of free speech go hand in hand with the duty to inform oneself about the topic and the arguments being used? (Do keep in mind, that this would limit free speech to people with specific intellectual capabilities, an academic background and time.)
    Secondly, we should consider if ‘the media’ have different duties and rights then the individual? Just as confidentiality is inherently a part of professions in the law or medical sector, should the search and presentation of non-bias, objective facts (if there is such a thing) be a part of journalism? If so, where do we draw the line between an individual and a ‘member of the media’?
    Thirdly, what are the rights and duties of people receiving information? Who is responsible for filtering out bias information, the media or the people that choose to use that medium? Does this go hand in hand with a right of education and a right to learn how to think critically? As mentioned earlier, some people in China don’t see the benefit of free media, have their rights been violated? To what extent would we be pushing a ‘western’ education on different cultures?

  2. I particularly like number 3, because, despite the huge variety of corporate media organizations, they often follow a very particular kind of narrative which defeats the whole purpose of diversity.

  3. We require and create open, diverse media so we can make well-informed decisions and participate fully in political life.
    Similar to acellidiaz I agree with the statement that I feel like this hasn’t been phrased correctly. This would be the ideal situation, yet unfortunately there is a difference in the ideal and the realistic.

    The recent election of Francois Hollande in France; The “Président Normale”, however in my opinion he’s “Président irréaliste” was a clear sign of society not making a well informed decision eventhough information was widely available. I am of the opinion that the vote was more an anti-Sarkozy vote, rather then a vote based on a political agenda. Policies attempting to make France the only country in the EU to decrease its pension age and where on earth are you going to get 60000 ‘good ‘teachers from to help substandard schools are simply unrealistic and only takes common sense to realize that this will not be obtainable without causing further problems.

    I don’t think we will ever be able to make well informed decisions as a whole society. Simply as educational boundaries exist and interest levels with politics vary. This is an ideal that we can strive to achieve but will never be exactly the case.

  4. Your comment is awaiting moderation.

    I, personally agree with the principle, however after a semester in China I came across a view where people do not find it necessary to have the right o participate in political life. Moreover, they believe that free media is harmful for their reality. I wonder what could said in response to that?

    • Yes I agree with this. In China people are not subjected to the same degree of freedom of media or democracy and as a result the general public do not feel the necessity of it. However, China has limited certain restraints such as allowing more people to use the internet. Of course, the information is highly censored but even still there are approximately 500 million people online and this is the first generation to experience this extent of social freedom; there exists a freedom of expression that you don’t get in other forms of media. This leads to higher expectations and even exposes corruption, putting a lot of pressure on the government. Moreover, it forces me to raise the question: is it harmful or not? Will it ruin or benefit the state of China?

      • Also even though the public may not believe in free media to the fullest extent it is crucial to mention this point: in my opinion it is not so much the government people are dissatisfied with, rather the corruption and the inability to actually reach vital information. Moreover, the more China develops, the more these problems will surface and the government will be forced to deal with them. There is hence a paradox: people may not feel the necessity of complete freedom, yet they want a system without corruption and without censorship. Is this possible?

  5. Your comment is awaiting moderation.

    We require and create open, diverse media so we can make well-informed decisions and participate fully in political life.
    I personally do not disagree with the essence of this principle but with the way how it has been stated. I could be able to stand against a principle that in execution will be ideal for the development of a representative democracy. It is within a democratic context how I understood it.
    Nevertheless, I have my doubts in how we are actually able to create new diverse media and how we are able to “fully” participate in political life. When creating new diverse media, I believe it is important to take into account the eminent relationship that exists between power and knowledge. Although we live in a highly complex and globalized world, in which billions of persons are interconnected through different kinds of media, I am very sceptic in the power that independent media has. And with this term I refer to all type of media that is not predominant: social networks, blogs, and home-made videos, among others. Some people may say that great and recent movements of change, such as the Arab Spring, emerged thanks to the immediateness and spread-capacity of social networks like Twitter or Facebook. However, the final international image of the revolutions, the words that mostly ignited global debate about what was going on in the Middle East, was lastly framed by big TV Networks such as Al-Jazeera, BBC and CNN. These three mainstream media giants, with their own independent interests, certainly chose what images and what comments to broadcast. Together with others, they constitute some kind of oligopoly when we talk about accessing to information about what is going on in the world. It is very hard for me to completely trust in their intentions of delivering the Truth –if there’s actually one.
    I believe that there is actually little possibility for an independent or rising media network to win a space in the media scene. Taking an example of my home country, Venezuela, where there is a clear polarisation of the media, the chances for a more “plural”, “balanced” or “impartial” media network for winning the attention of the public are minimal. For instance, I can compare the success of two relatively new websites. The first one is called redigital.tv and was founded by the family of a former independent candidate for Mayor of Caracas, the capital. The second one is lapatilla.com which was founded by the former director of now the biggest TV channels that opposes to the current government, Globovision. Both were founded around 2008 and 2010. Today, lapatilla.com counts with one million followers in Twitter: a figure that cannot be compared to the amount of followers of redigital.tv. When speaking to my friends, lapatilla.com belongs already to the common word: everybody reads their sometimes vain and superficial articles about sex, celebrities or astrology, together with the usual portion of politics. This is different from redigital.tv, that not only does not count with the same amount of attention –for not a lot of people know about it-, but it still lacks clients for advertisement in their website. Obviously, the founder of lapatilla.com, Alberto Federico Ravell, counts with a wider range of contacts in the business because of its former role in Globovision. At the end, the media works like the market. Only the top dogs survive.
    Regarding the last part of the principle and possibility for citizens to make well-informed decisions and fully participate in political life; I find it difficult to not relate it with the principles that define a democracy. For what do we mean by “full” participation in political life? Is the principle referring to a direct democracy, where active citizens that dedicate their lives to comprehend the characteristics of their society or nation in order to give a strongly based argument or vote? Or does it refer to a representative democracy, where the citizen, among many of his lifetime activities, dedicates a portion of his time to think about politics and about the best way to live together in society? When I read the principle, I understood it under the principles of a direct democracy. Which in modern times, when we have states of millions of people, I believe it is impossible.
    But if it actually referred to the second interpretation, how is it possible to “fully” participate in political life if this is not the priority of all the citizens? What are the limits that contain the meaning of this adverb? Is it “fully participating” just watching the news and vote for a representative that takes care of making political decisions? If this is the case, then yes. I would agree. Otherwise, I believe the principle needs clarification. I would put it this way:
    “We require and attempt to create open, diverse media so we can make well-informed decisions and participate as much as it is possible in political life”

İstediğin dilde bir yorum yaz


Özgür İfade Platformu Oxford Üniversitesi, St. Antony's Koleji'ndeki Dahrendorf Programı'nın Özgürlük Çalışmaları için yürüttüğü bir araştırma projesidir. www.freespeechdebate.ox.ac.uk

Oxford Üniversitesi