Vatanseverlik Yasası ve FISA İstihbarat Gözetim Yasası’nın bir sonu var mı?

Almanya başbakanı Angela Merkel’e danışmanlık yapan uzman bilimadamı, bir iklim bilimcisinin öldürülmesi an meselesidir diyor. Maryam Omidi yazıyor.

004 yılında Nicholas Merill FBI’dan bir mektup aldı. Küçük bir internet servisi sağlayıcısı işleten Merill, mektubun içeriği karşısında şaşkına döndü. Mektupda Merill’in bir müşterisi hakkındaki tüm bilgileri hükümete vermesinin gerektiği ve hükümet yetkililerinin bu konuda kendisinden bilgi talep ettiğini herhangi birine açıklaması durumda cezai yaptırımlara maruz kalacağı yazıyordu. Boyun eğmeye razı olmayan Merill, Amerikan Sivil Haklar Sendikası’yla iletişime geçerek mektubun –“11 Eylül sonrası ABD Vatanseverlik Kanunu’nca izin verilen ulusal güvenlik mektuplarından” yalnızca biri olarak nitelediği mektubun- Birinci Anayasa Tadilatı’nca belirtilen ifade özgürlüğü hakkını ihlâl ettiğini savundu.

Gerçekler

Vatanseverlik Yasası’nın – ya da resmi adıyla “ Terörizm’in önünü kesmeye yarayacak araçlar sayesinde Amerika’yı daha fazla birleştirme ve güçlendirme yasası” – Birinci Anayasa Tadilatı’nı zayıflattığı iddiası bir süredir sivil liberteryan çevrelerde büyük yankılar uyandırıyor. Yüzlerce sayfa uzunluğundaki yasa 2001’in Ekim ayında, New York Times’a göre ”federal güvenlik mensupları başka bir saldırının daha gerçekleşebileceği konusunda uyarılar yaptıkları için, tedirgin bir havanın hakim olduğu bir dönemde, pek de üzerinde tartışılmaksızın” yasalaştırıldı.

Her ne kadar yasa hakkında pek çok anayasal tartışma olsa da, ki bu artışmalar hükümetin gözetim ve cezai soruşturma gücünü arttırdı-en çok ifade özgürlüğü hakkındaki maddeler tartışıldı.

2010’da ABD yargıtayına taşınan Hamil ve İnsani Yasa Projesi davasında, yargıtay yasanın 805. bendinin anayasaya uygunluğunu değerlendirdi. Bu madde terörist organizasyonlara sağlanan her türlü “maddi kaynağı” cezalandırmayı öngörüyor. Mesele kâr amacı gütmeyen bir Amerikan derneğinin, her ikisi de terörist organizasyon olarak addedilen Türkiye’deki Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ve Tamil Kaplanları’na yasal destek sağlamak isteğiyle ilgiliydi. Yasaya göre, bu tür “uzman tavsiyesi ya da yardımı” yapmak da “maddi destek” sayılıyor- her ne kadar Hukuki Proje’nin yegane amacı, gruplara uluslararası insan hakları hukukunun barışçıl kanallarını amaçlarına ulaşmak için nasıl daha iyi kullanabilecekleri konusunda yardımcı olmaktı. Yargıtay bu konuda İnsani Hukuk Projesi’nin teröristlere yandaşlık yapmış olarak değerlendirilebileceğini kabul ederken yasanın 805. bendini dikkate aldı. Bu kararın bir sonucu olarak da projeyi böylesi bilgileri terörist organizasyonlarla paylaşırsa suçlu bulunabileceğini açıkladı.

Birçok kişi yargıtayın yasanın 805. Bendinin bu denli gelir geçer ve geniş çaplı kullanılmasını ABD Birinci Anayasa Tadilatı’na bir hakaret niteliğinde olduğunu düşündü. Aynı şey yasanın ifade özgürlüğünü kısıtlayan tarafları için de geçerli, örneğin yasanın 802. Bendinin gereğinden fazla geniş bir “terörist gruplar” tanımıvar. Yine de yasanın 802. ve 805. bentlerinin en azından bir iyi yanı var: her şeyi günışığında yapıyorlar. Yasanın diğer bentleri- özellikle de 2. Kısım altındaki, 1978 Yabancı İstihbarat Gözetim Yasası’na (FISA) değişiklik olarak eklenen kısımlar, doğaları gereği daha az şeffaflık içeriyorlar. Mesela yasanın 215. Bendiniele alın, bu bent FBI’ya (ABD Soruşturma Bürosu) bir terörizm soruşturmasına destek verebilecek belgeleri yok etme yetkisi veriyor. Vatanseverlik Yasası’nın çok tartışılan bu kısmı ve FBI ajanlarının kütüphanecilerden kimin hangi kitabı ödünç aldığı bilgisini isteme hakkı vermesi, ve de bu bilgiyi veren kütüphanecilerden de konu hakkında sessiz kalmalarını istemesi kütüphanecileri endişeye düşürdü. New York İnsan Hakları Vakfı’nın değerlendirdiği gibi, yasanın bu kısmı kütüphanecilerin “sizin gizliliğinizi korumalarını ya da sizin hakkınızda soruşturma başlatıldığını size söylemesini” bir suç sayıyor.

Halbuki kütüphaneciler buzdağının sadece görünen kısmı. 215. Bent bu ve benzeri “milli güvenlik mektuplarının” işyerlerine, kurumlara ve her kesimden tüm bireylere dağıtılmasına izin veriyor, Nicholas Merrill davasında olduğu gibi. 2003 ve 2006 arasında, FBI – genellikle Amerikan vatandaşlarına 192,500’den fazla mektup gönderdi. Bu mektuplardan en önemlisi mektup alanların durumlarını kimseye anlatmamasını öngören “tıkaç emri”ydi. Merrill bir türlü sonuca bağlanamayan davasının yalnızca geniş hatlarını açıklayabildi fakat Washington Post’un haber yaptığı gibi, Merrill eğer binlerce sayfalık dava belgelerinden sadece bir gıdım bilgi sızdırsa dahi hapis tehdidiyle karşı karşıya kalacak.

İşin önemli olan kısmı, bu şart Bush döneminin emanetlerinden biri değildi. Obama yönetimi FBI’nin bu tür mektupları dağıtmasını daha da kolaylaştırmaya çalıştı– çoğu zaman da bir hakimin onayını bile almadan. Hakikaten de Obama yönetimi güçlü bir idari sistem konusunda kendisinden önceki yönetim kadar heyecanlı gözüküyor.

5 Mart tarihinde Amerikan Başsavcısı Eric Holder bazı durumlarda yürütme organının yargı organının gözetimi olmadan Amerikan vatandaşlarını öldürmesine tamamiyle izin verilebileceğini savundu –Anwar al-Awlaki’nin öldürülmesinden sonra da böyle bir savunma yapılmıştı, üstelik çok tartışmalı bir yasal tümevarım üzerinden. Ve Holder FISA’ya yapılacak 2008 Değişiklik Yasası’nı desteklemeye de devam ediyor. Washington Post’un da yazdığı gibi bu değişiklikler Ulusal Güvenlik Birliği’nin her gün Amerika ve yabancı bir konum arasında arasında gerçekleşen “1.7 milyar elektronik postayı, telefon görüşmesini ve diğer iletişim yöntemlerini alıkoymayasına ve saklamasına” olanak sağlıyor.

Obama yönetimi Birinci Anaysal Değişikliği öncül almakta başı çekmeye pek de fazla ilgili görünmediğinden , Nicholas Merrill’in 215. Bendi konusunda başlattığı kamu tartışması isteğini cevaplama vakti geldi. Ama bu tartışma yapılmadan önce, açıklığa kavuşturulması gereken bir mevzu var. Buradaki sorun hükümetin ülkenin güvenliğini sağlamak için bireyleri sansürleyebilmesi değil. Bunun cevabı belli (gerçi sansür karşıtları genelde bunun asıl sorun olduğunu söylerler). Yani bu sorun ifade özgürlüğü ve birçok insanın güvenliği arasında bir tercih yapmayı içerir- örneğin birinin mutfakta nasıl sinir gazı yapılır konusunda blog yazma isteğini, kötülük yapma isteğiyle dolu bir blog okuyucusunun yapacaklarından etkilenecek insanların güvenliğine karşı tartmak gibi. Her ne kadar bu sorun akademik olarak incelenmeye değer olsa da, bizim tartıştığımız asıl konu bu değil. Bizim tartıştığımız hükümete bir olayın milli güvenliğe tehdit oluşturup oluşturmadığı konusunda gizlice karar alabilme hakkının tanınması- ve dahası, böylesi bir kararı gizlice alırlarsa, bu karar doğru olsun ya da olmasın, yazılı ya da sözlü ifade özgürlüğünün sansürlemeye gidebilmesi. Biz burada hangi karar alma sürecinin gerekçelendirilebilir olduğunu tartışıyoruz, hayali bir olayda ifade özgürlüğünün sansürlemenin haklı olup olmayacağını değil. Bir başka deyişle, biz hükümetin herhangi bir olayda duyarlı davranıp davranmayacağını bilemeyeceğimize göre, hükümete yine de güvenmeli miyiz?

Bu soruya birbirinin yankısı niteliğinde “hayır” cevabı veren iki tanıdık cevap var. Bunlardan birincisi hükümetlerin kendilerine verilen gücü kötüye kullanma eğilimleri. Savlardan birincisi hükümetin kendine tanınan gücü kötüye kullanabileceği, yani halkın çıkarlarını korumakla yükümlü olan hükümetlerin halka zarar vermeye başlaması. Nicholas Merrill’in şüphelendiği nokta tam bu olsa gerek: “FBI’yın dava hakkında konuşmamasının milli güvenlik endişeleri sebebiyle olduğuna [2004’te] inanmamıştım, şimdi de inanmıyorum. FBI’yın sessizliğini korumasının sebebi FBI’yı eleştiriden ve kamunun yakın takibinden korumak içindi.” Fakat savlardan ikincisi şöyle diyor: bir hükümet gizli güçlerini akıllı bir biçimde kullanacak olsaydı dahi, insanların kendilerini etkileyecek kararları bilme ve bu kararların alım sürecinde yer alma hakkı vardır- çünkü bunun dışında hiçbir şey onların söylediklerinin bir önemi bulunan saygı duyulması gereken insanlar ve vatandaşlar olduklarını gösteremez.

Vatanseverlik yasasının 215. Bendinin hükümete verdiği güce karşı bu iki sav önesürülebilir gibi gözüküyor. Fakat bu savları tartışmaya başlamadan önce, hükümete böylesi güçleri tanımaya neden karşı çıkılabileceğini gösteren üçüncü bir sav var. Üstelik bu üçüncü sav, diğer ikinci savın bazı zayıf taraflarının da üstesinden geliyor. Birinci savın aksine, bu yeni sav hükümetin kendisine tanınan gücü kelimenin tam anlamıyla kötüye kullanacağına ilişkin güçlü bir iddiada bulunmuyor (ahlaki ya da yasal yetkisi bulunmadığı hareketlerde bulunmayacağını söylüyor). Fakat ikinci savın aksine, hükümetin gizli hareketlerinin, her ne kadar akıllıca olursa olsun, halkın bilme hakkını ve sırf bilme ve katılma adına karar alma sürecine katılması hakkını ihlal edeceğini varsaymıyor. (Tabii eğer yaşam ve ölüm arasında bir tercih yapmam gerekseydi, bilme ve katılma hakkımdan biraz feragat edebilirdim.)

Üçüncü savımda, 215. bendin ifade özgürlüğü açısından sorununun bendin yarattığı birikmiş etki olduğunu söylüyorum. Terörle mücadele stratejilerinin iyi ve kötü tarafları gerçek olaylardan ve deneyimlerden alıntılar yapılarak, açık bir biçimde kamusal alanda tartışılmadıkça, neyin iyi bir milli güvenlik politikası olup neyin olmayacağının kriterlerini doğru bir biçimde anlayamayız. “En iyi kriterler”den kastım, hem ahlaki değerleri gözetmek- yani milli güvenlik için vazgeçebileceğimiz ve vazgeçemeyeceğimiz değerler hesaplaması, ki bu sorunun cevabı en iyi demokratik tartışma sonucu bulunabilir— ve istihbarat cemaatinin yankı odasının dışında yapıldığı gibi farklı stratejilerin pragmatik değerlendirmelerini yapmak. Bu sava göre, gizli güçleri bulunan bir hükümetin gücünü kötüye kullanacağını varsaymamıza gerek yok. Fakat 215. bendin görece küçük bir grup hata yapması mümkün insanların neyin milli güvenlik riski oluşturup neyin oluşturmayacağına gizlice karar vermesine izin veriyor olması, alınan kararların mükemmel olmadığı, git gide de mükemmellikten uzaklaşacağı konusunda endişelenmeye hakkımız var. Meclisten seçilecek üç beş kişinin milli güvenlik belgelerini gözden geçirmesine izin verilecek olmasıysa demokratik mesuliyete güvenmek için yeterli değil.

O zaman haydi Nicholas Merrill’in çağrısını cevaplandıralım. Şimdi tartışma zamanı.

Devamı İçin:


Comments (1)

Buradaki otomatik çevirileri Google Translate (Google Çeviri) yapmaktadır. Bu çeviriler size katılımcının söyledikleri hakkında genel bir fikir verecektir. Fakat bu çevirilerin doğruluğuna güvenilemez. Lütfen çevirileri bu notu aklınızda tutarak okuyunuz.

  1. It is a slippery slope when the government starts using National Security laws to surveil its own people and then acting as judge and jury hands down sentences without the accused ever seeing the light of a court of law and having due process. I am concerned that overtime the lines will blur and pretty soon we will find ourselves living in an Orwellian state with Thomas Jefferson rolling over in his grave as the constitution is slowly dismantled. As Lord Acton so wisely stated, “Power corrupts and absolute power corrupts absolutely.”

İstediğin dilde bir yorum yaz

Öne çıkanlar

Öne çıkanları görmek için sola kaydır


Özgür İfade Platformu Oxford Üniversitesi, St. Antony's Koleji'ndeki Dahrendorf Programı'nın Özgürlük Çalışmaları için yürüttüğü bir araştırma projesidir. www.freespeechdebate.ox.ac.uk

Oxford Üniversitesi