Arundhati Roy milli güvenlik ve Hindistan medyasını anlatıyor

Ödüllü Hindistanlı romancı ve aktivist Manav Bhushan Hindistan’daki ifade özgürlüğü sınırlandırmalarını anlatıyor. Hindistan hükümetinin, medya ve “sendika karşıtları” aracılığıyla nasıl sansür uyguladığını irdeliyor.

MB: Sizce ifade özgürlüğü milli güvenlik, kamu düzeni ve ahlaki değerler gibi sebeplerden ötürü sınırlandırılmalı mı?

AR: Hayır. Ben her türlü sınırlandırmaya kesinlikle karşıyım. Bir kere sınırlandırmalar olduğunda,,   yoruma açık oluyorlar  ve yapılan yorumlar da her zaman devlete ya da diğer güçlere arka çıkıyor. Bu yüzden ben her türlü sınırlandırmaya karşıyım.

MB: Hindistan’da ve eskiden Avrupa’da olmuş örnekler gösteriyor ki, faşizm nefrete yol açan ve toplumun iç güdülerine seslenen konuşmalardan doğuyor. Sizce toplumun çoğunluğunun azınlıklar için kullandığı nefret söylemini kontrol altında tutmalı mıyız?

AR: Bence faşizm konuşmalardan doğar demek doğru değil. Başka başka ülkelerde faşizme yol açan birçok farklı etken oldu. Konuşma ifadenin sadece bir şekliydi. Bence ifade özgürlüğüne sınırlar getirilmeseydi, faşizm olmazdı diye bir şey yok. Herkesi toptan susturmak geri teperdi. Bence Hindistan’daki sorunun kesinlikle nefret söylemiyle bir alakası yok. Asıl sorun toplu şiddet hareketleri meydana geldiğinde, eyaletlerin pogromları (dini inancı ya da etnik kimliği yüzünden bir halkı topyekün ortadan kaldırmak için düzenlenmiş bir ayaklanma hareketi) ve işlenen cinayetleri mutlu mesut desteklemesi ve sonrasında  hiçbir şeyin olmaması.

Sorun nefret söylemi değil, sorun bu söylemlerin eyleme geçirilmesi. Yani siz cinayetlerle, toplu cinayetlere, insanların öldüresiye yakılmasıyla, tecavüze uğramasıyla ilgili bir sürü kanunun bulunduğu bir ülkede yaşıyorum diyorsanız, ve bununla ilgili kılınızı bile kıpırdatmak istemeyip, bunun yerine  nefret söylemini yasalarla kısıtlandırmak istiyorsanız, o yasa apaçık biçimde kötüye kullanılacaktır. Bugün Hindistan’a bakarsanız, bence aslında nefret söyleminde bulunmayan birçok insan nefret söylemiyle yargılanıyor. Örneğin, eğer ben 700,000 askerin Kaşmir’i kollaması kabul edilemez dersem, birileri çıkıp bu nefret söylemi der. Yani bence önemli politikalar yapmak ya da tarih yazmak insanların kendilerini konuşmayla ifade etmesiyle olacak bir şey değildir. Bir ülkedeki ya da toplumdaki insanların birbirlerine ne yapmalarına izin verdiğinizle alakalıdır.

MB: Kaşmir hakkındaki açıklamalarınızdan ve BJP (Bharatiya Janata Party/ The Party with a Difference/ Farklı Parti) gibi partilerden ve başkalarından aldığınız tepkilerden söz ettiniz. Sizce Hindistan daha çok ifade özgürlüğünün olduğu bir ülkeye doğru mu, yoksa daha az olduğu bir ülkeye doğru mu ilerliyor?

AR: Kashmir hakkındaki söylediklerime tepkiler sadece BJP’ten gelmiyor. Böyle tepkileri meclisten de alıyorum. Bu hemen bir tür milliyetçi bir ajandayla koyulaştırılıyor ve partiler bu ajandayı kullanarak ahlakın ve ahlaki değerlerin olmadığı bir milletin liderleri olduklarını kanıtlama yarışına giriyorlar.  Fakat iş bizi susturmaya gelince, ilk kullandıkları kart da ahlak ya da ahlaki değerler oluyor. Ama yok, bence Hindistan’da değişen şeyler de var.

Birincisi, gürültü çıkaran çok. Bu belki bizim dünyada en çok televizyon kanalı olan ülke olduğumuzdandır. Bütün bu kanallar her geçen gün büyük şirketlerin eline düşüyor. Bu şirketler aynı zamanda telekommünikasyon ve diğer kaynakların özelleştirilmesinden de büyük paralar  kazandıkları için sürekli bir çıkar çatışması halinde. Ve şimdi de doğrudan ya da dolaylı olarak reklamlar üzerinden medyayı tamamen kontrol edebiyorlar  . Yani bu halihazırdaki kontrol mekanizmalarından sadece birisi.

İkinci kontrol mekanizması,  devletin konuşulmasını istemediği bazı şeyler hakkında konuşan  kimseleri takibe almasıdır .  Üçüncüsü de sansürün taşeronlaştırılması. Yani siyasi partiler,  işi insanları kendi evlerinde döven ya da hırpalayan sendika karşıtlarına devrederek öfkelerini püskürtüyorlar. Böyle bir durumda her şeyi iki kez düşünmeye başlıyorsunuz. Önemli konular hakkında konuşmadan önce iki-üç kez düşünmek  gerekir. Ama  sırf korkudan, zaten söylenmesi gereken şeyleri söylemeden önce iki kez düşünmeye başlıyorsunuz.

Yani bu taşeronlaştırma olayı, hükümetin hâla demokratikmiş gibive ifade özgürlüğüne izin veriyormuş gibi rol yapmasını sağlıyor.Ama  esasında bütün bu kontrol mekanizmaları, hükümetin şirketlerden, sendika karşıtlardan ve hatta mahkemelerden aldığı güç sayesinde gerçekleşebiliyor. Örneğin ben nerede konuşursam konuşayım hakkımda hemen dava açılıyor. Böylece bu insanlar demin bahsettiğim bayağı yöntemlerle yakanızı bırakmayıp, eninde sonunda sizi korkutabilir  ya da her şeyden bezdirip sessiz kalmaya zorlayabilir. Yani bu yönetim şekli, herkesin ne olup bittiğinden haberdar olduğu, ama kimsenin bir şey söyleyemediğibir tür diktatörlük  değildir. Çok daha sofistike bir şekilde yürütülmektedir. Tabii şimdi interneti de kontrol almayı planlıyorlar.

MB: Medyanın şirketleştirilmesi ve özel güçlerin kontrolünden ne gibi bir çıkış yolu olabilir? Zira bu durum sadece Hindistan’a özgü bir şey değil, ABD gibi ülkelerde de görülüyor. Ve sizce internet, tartışmaya katılmayı  kolaylaştırdığı  için bir çıkış yolu sunuyor mu?

AR: Eminim ki hükümetin internete kelepçe takmayı düşünmesinin nedeni, büyük oyuncuların endişelerine dayanıyor. Zira bu şahıslar  televizyonu, gazeteleri, vb. kontrol altında tutabilirken, intenet hâla insanların söylenmesi gereken şeyleri söyleyebilmesi için  bir alan sağlıyor. Ama eninde sonunda çıkış yolu, yani ideal çıkış yolu- sadece medya da değil, birçok şeyle ilgili- işlerin (business) çapraz sahipliğinin durdurulması. Sudan elektriğe, yeraltı zenginliğinden telekommünikasyona, yavaş yavaş her şeye burnunu sokan büyük şirketlerin medyayı şu haliyle kontrol etmesine izin veremezsiniz. Demek istediğim bu tür bir çıkar çatışması durdurulmalı. Yani, eninde sonunda medyanın böyle kontrol edilemeyeceğiyle ilgili bir yasa çıkarılmalı.

MB: Hükümet kuruluna hesap verecek, bir BBC modeli ya da Almanya’daki gibi medyayı kontrol eden bir  resmi kurumun  insanların gerçeklere ulaşmasını sağlayacak daha tarafsız bir ortam sağlayacağını düşünüyor musunuz?

AR: Yani şu anki durumla karşılaştırıldığında daha iyi olurdu herhalde, ama ben BBC’nin de tamamen tarafsız olduğunu düşünmüyorum. Demek istediğim eğer dünya politikasının senaryolarına bakarsanız, neden medya kanallarının bir yerlerdeki  ölümlerle derinden ilgilenirken, üç yıldır sürekli bir başkaldırı yaşanan Kaşmir hakkında hiç haber yapmadığını sormanız gerekir.

Yani neden armudun sapı, üzümün çöpü diye bu haberleri ayıklıyorlar? Bunun arkasındaki siyaset nedir?  Fakat kesinlikle ben bunun bir başlangıç noktası olduğunu söylüyorum. Bence daha özgür bir medya modeli yaratmak o kadar da zor değil. Tabii ki hiç bir zaman mükemmel olmayacak. Ama şimdi iki uç noktadan bahsediliyor. Ya özgür bir medya yönünde gitmek, ya da medyayı sadece topyekün kontrol etmekle kalmayıp aynı zamanda insanların beynini yıkamak için kullanmak. Şu an Hindistan’daki birçok televizyon kanalında olan da bu. Onların inanılmaz güç sahibi olduğu bir durum meydana geldiğinde bunu öyle bir kullanıyorlar ki,  ama çok tehlikeli bir hâle geliyor.

Bazı makalelerimde Chhattisgarh başkomiserinin bana nasıl “Bak bu toprakları temizlemek için oraya polis ya da asker göndermenin bir manâsı yok…” dediğini anlatıyorum. “Maden şirketleri için” demedi belki ama kastettiğinin bu olduğu gayet açıktı. “Yapmanız gereken sadece her köylünün evine bir televizyon koymak. Bu insanların sorunu doyumsuzluğun ne olduğunu bilmemek.” Yani bu sadece yüzeysel bir olay değil, çok derin bir ticaret. Televizyonda neler olup bittiğinin ve neyin satılıp satılmadığının ticareti. Bu şimdiye kadar birçok insnaın hayatını mahveden yıkıcı bir düşünce biçimi. Ve amaç daha daha fazla insanın hayatını mahvetmek.

MB: Maden şirketlerinin köylülerin topraklarını ellerine geçirmeye çalıştığı orta-doğu Hindistan (Chhattisgarh) hakkında birçok yazı yazdınız. Aynı zamanda Anna Hazare’nin yaptığı gibi Gandici protestoların bir izleyici kitlesine ihtiyaç duyduğunu ama Chhattisgarh köylüleri için böylesi bir kitlenin bulunmadığını belirttiniz. Sizce hangi senaryoda şiddet, her ne kadar meşru olmasa bile, insanların ızdıraplarını ve adalete olan ihtiyaçlarını anlatabilmek için gerekli olur?

AR: Sanırım sizin “şiddet” kelimesini kullanış biçiminize, ve ayrıca “şiddet”in bir ifade biçimi olarak kullanılmasına itiraz edeceğim. Çünkü eğer şiddet bir tür ifade özgürlüğü biçimiyse, bence bu biraz tarikatvari bir şey olurdu. Ama öyle değil. Bence olanbiten gözükara bir savunmadan ibaret. insanların kendi topraklarını savunmalarından başka birşey değil. Yani bu insanlar rastgele şiddet kullanmaya başlamadılar. Ve şiddet orta sınıfın ve özellikle de bu televizyon stüdyolarındaki insanların kullanmayı seçtiği bir kelime, çünkü bir grup insanın başkaldırısından ya da silahlı direnişinden farklı bir anlama geliyor. Şiddet aynı zamanla terrörizmle de bağdaştırılabiliyor. Ama bence Chhattisgarh’da direnen ve terörist diye nitelendirilen bu insanları,  sırf kendi ormanlarından çıkmayı ve polis kamplarına katılmayı reddettikleri için şiddete başvurmakla suçlayamazsınız. Yani ormandaki insanlar teröristtir ya da Maoisttir diye bir şey yok.

Sorun şu ki, kolonyal dönemde köylüler kuşatma altına alınmıştı. Ama bağımsızlık geldikten sonra, Hindistan anayasası aslında kolonyal kanunları devam ettirdi ve dedi ki köylülerin yaşadığı topraklar Orman Bakanlığı’na aittir. Yani bir şekilde bu kanunlar, yöre halkını ve yaşayış tarzlarını suçlu ilan etti. Ve bugün bu insanlar sıradan suçlulardan terörist mertebesine yükseltildi. Yani eğer ormandan çıkmazsanız,  tohumlarınızı ekmeye devam ederseniz,  ve bu köyde yaşarsanız, siz bir Maoist teröristsinizdir ve yakalandığınızda oracıkta vurulmanız muhtemeldir. İşte o zaman bin kadar güvenlik mensubunun bir köyün etrafını sardığı, köye ateş açtığı, kadınlara tecavüz ettiği ya da insanları öldürürdüğü bir durumla karşı karşıya kalıyorsunuz. Tabii bu duruma karşı bir tepki ya da karşılık veriliyor. Bu tepkiler başka yerde doğru karşılanmayacağından, terörizm olarak, şiddet kullanmak olarak adlandırılıyor.

Demek istediğim bu ormanda 200,000 kadar güvenlik mensubunuz bulunuyor ve kendini artık bir süper güç sayan Hindistan hükümetiniz var, ve siz kara ve hava kuvvetlerini dünyanın en fakir insanlarına karşı kullanmayı planlıyorsunuz. Buradaki sorun artık ifadeyle ilgili değildir, savaşla ilgilidir. Gandici protesto biçimlerine şehirlerde ihtiyaç var. Ben buna kesinlikle karşı değilim. Ama kastettiğim bir protesto sadece Gandici diye, doğru bir amaç uğruna yapılıyor ya  da doğru taleplerde bulunuyor diyemeyiz. Yine Gandici protestoların çok etkili bir tiyatro sergilediği doğru, Gandi de bunu göstermişti. Fakat bence bu tür protestoların bir izleyici kitlesine, ve bir orta sınıfa, yani konuya sempati duyan bir orta sınıfa ihtiyacı var. Aksi takdirde Bhatti madenlerinde ya da başka bilinmedik bir yerde insanlar ölüm orucuna başlarsa, bu kimin umrunda olur? Medyaya ihtiyacınız var. Orta sınıfa ihtiyacınız var. Ve izleyici kitlesine ihtiyacınız var.

MB: Çoğu insan Hindistan medyasını çürüten sorunun aynı zamanda genel olarak Hindistan demokrasisini de çürüten soruna benzer olduğunu savunuyor. Öyle ki,bu sorunun popülizmden kaynaklandığını, orta sınıfın ve genel olarak insanların hayalgücünden kaynaklandığını söylüyorlar. İşte bu yüzden marjinal insanlara ve marjinal amaçlara sempati duyulmuyor. Bu da Anna Hazare’nin ölüm orucuna olan ilgiyle Irom Sharmila’nın ölüm orucua olan ilginin arasındaki farkı açıklıyor. Peki siz Anna Hazare ve Irom Sharmila’nın karşılaştırılması hakkında ne düşünüyorsunuz, zira ikisi de kendini ifade etmek için aynı yöntemi kullanıyordu?

AR: Bence burda da sapla samanı ayırmak gerekiyor. Birincisi, popülizm ilginç bir kelime. Çünkü popülizm ve orta sınıf farklı şeyler. Diyelim ki demokrasinin ritüelleri, demokrasinin retoriği, sizi fakirler ve alt sınıflar (kast) vb. hakkında konuşmanızı gerektiriyor. Ama söylenenlar sadece orta sınıfın kulağına gidiyor. Ve medya kuruluşları, özellikle de büyük medya kuruluşları, yani kitlesel medya –kârın %90’ı tüketici reklamlarından geldiği için- orta sınıfa yönelik. Bu orta sınıf aynı zamanda çok büyük bir pazarı oluşturuyor: yani bütün uluslararası ürünlerin tüketicilerini temsil ediyor. İşte bu sebepten ötürü bütün uluslararası finans şirketleri ve iş sahipleri gözlerini orta sınıfa dikmiş durumda. Ve bu orta sınıf, çok daha büyük olan  alt sınıfın pahasına ayakta tutuluyor. Daha geçen gün okuduğum bir yazıya göre, Hindistan’daki fakir sayısı, Afrika’daki en fakir 26 ülke biraraya getirildiğinde  bile daha fazla çıkıyor.  İşte bu orta sınıf piyasayı oluşturuyor, ve bu yüzden de popülizm sadece bu sınıfa hitab ediyor, toplumun bütününe değil.

Ama Anna Hazare ve Irom Sharmila’yla ilgili konu farklı. Irom Shamila da orta sınıfa mensup biri, ve Manipur’da onu destekleyen daha birçok orta sınıftan insan var. Fakat bu bir tür milliyetçilik meselesi. Sharmila’nın sahnesi oldukça küçük ve (Hindistan genelindeki) orta sınıf bu duruma oldukça düşmanca yaklaşıyor. Ya da birçoğu “Ah zavallı” diyor. Ama ordudaki resmen görevli olmayan askerlerin bile şüphelendiğinde ateş etmesine izin veren Silahlı Kuvvetlerin Özel Güç Yasası (Armed Forces Special Powers Act/ AFSPA) hakkında hiçbir şey yapamıyoruz. Bu yasa Manipur’da kadınlara tecavüz etmek ya da onları öldürmek için kötüye kullanıldı. İşte bu yüzden Irom Sharmila bu yasayı geri çektirmek için ölüm orucu tutuyor. Ama yasayı geri çekmek şöyle dursun, bu yasa Nagaland, Assam, Kaşmir gibi şehirlere de genişletildi. Ve bugün Chhattisgarh’a ordu gönderilmemesinin sebebi ordunun AFSPA’nın koruyuculuğu ve dokunulmazlığı olmadan Chhattisgarh’a yerleştirilmeyi kabul etmemesi. Bu yüzden durum biraz farklı. Manipur orduya karşı ayrılıkçı, milliyetçilik karşıtı bir hareket olurken, Anna Hazare hareketi Hindistan’daki orta sınıfa hitab eden bir hareket oldu.

MB: Söz Manipur ve Kaşmir’den açılmışken, sizce hangisi milliyetçilik terimine ters düşüyor? Zira bu konuda insanların neyi gerçek addettiği büyük farklılıklar gösteriyor. Örneğin, Kaşmir’de kaç insanın işkenceye uğradığıyla ilgili bir fikirbirliği yok, ya da kaç kadının tecavüze uğradığıyla ilgili. Ve sanki oradaki insanların ve dışarıdan konu hakkında konuşan insanların milliyetçilik anlayışı hakkında bir uçurum var. Sizce bu uçurum Hindistan devletinin ifade özgürlüğüne koyduğu sınırlandırmalar yüzünden mi, yoksa bunun başka bir açıklaması var mı?

AR: Tabii bu büyük kısmını açıklıyor. Fakat Kaşmir’deki asıl sorun bunu yapan “Hindistan devletidir” diyemememiz, zira Hindistan’ın elitleri  devletle birtakım sebeplerden ötürü bütünleşmiş durumda. İşte bizimki gibi bir demokrasi ve diktatörlük arasındaki fark da bu- yani üst sınıflar devletle bütünleşmiş durumda, bu yüzden bu gruplar en az devlet kadar milliyetçiler. Yani bu yüzden Hindistan devletinin ya da büyük gazetelerin editörlerinin kapınızı çalmanızı beklemenize gerek yok, çünkü onlar zaten böylesi bir sansüre uymaktan memnunlar. Kaşmir’e giden birinin işgal bölgesine geldiğini anlaması için havaalanından dışarıya adım atması yetecektir. Dahası işgalin yoğunluğunu, ve sadece medyanın da değil, orada olan biten her şeyin nasıl yönetildiğini anlamak da çok sürmeyecektir. Tehdit edilen yalnızca Kaşmir dışından haber yapan Hindistanlı gazeteciler de değil, Kaşmirli gazeteciler de tehdit ediliyor ya da kodese tıkılıyor. Birçoğu yetkililerin onayı olmadan işe bile alınmaz. 20 yılboyunca günün 24 saati askeri işgal altında olunca, kontrol artık yeraltı sularına bile sızıyor. Musluğu açınca gelen suda bile görünüyor. İnsanları kontrol etme yolları çok ama çok sofistike. Yani evet, bu önemli noktalardan biri.

İlginç olan medyanın üzerindeki bütün bu kontrol yüzünden, yabancı gazeteciler ya da akademisyenler Hindistan’a gelmeden önce güvenlik kontrolünden geçmek zorunda. Ama işadamlarının böyle bir zorunluluğu yok. Eğer maden alıp-satmak istiyorsanız sorun yok, ama  akademisyen ya da gazeteciyseniz güvenlik kontrolünden geçmek zorundasınız. Bir taraftan da Hindistan’da bir edebiyat festivali furyası başladı. Bundan on sene önce de güzellik yarışması furyası vardı. Nereye giderseniz gidin, maden şirketlerinin, inşaat şirketlerinin, büyük ticaret şirketlerinin ve hükümetin finansman sağladığı edebiyat festivallerine rastlarsınız. Bir de sürekli gelip giden yazarları var. Nasıl vize alıyorlar bilmiyorum. Güvenlik kontrolünden geçmeleri gerektiğini düşünmüyorum. Eğer Kaşmir’de de bir edebiyat festivali yapmak isterlerse bu, Sri Lanka hükümetinin 40,000 kişinin katledildiği savaştan sonra yaptığı festivale benzer. Dolayısıyla ifade özgürlüğünün yalandan yere göklere çıkarılması  var. Yani artık biz “sermayenin rızası” dönemini (manufacture of consent) çoktan geçtik.  Artık “sermayenin itirazı” ve haberlerin imalatı diye bir şey sözkonusu , ayrıca ifade özgürlüğü rituelleştirilirken hiçbirşey duyulmaz hale geliyor. Yoksa kıskaca alınırsınız. Bu sofistike bir oyun yani.

MB: Öyleyse aşağı yukarı, dışarıya  ifade özgürlüğüne izin veren bir demokrasi izlenimi veren, ama aynı zamanda  neyin nasıl yayınlanacağına karar veren ve bir şekilde Hindistan’ın imajını korumaya çalışan sofistike bir halka ilişkiler kampanyamız olduğunu düşünüyor musunuz?

AR: Örneğin Amerika’da ifade özgürlüğüyle ilgili oldukça karmaşık kanunlar var. Orada açık arttırmada en  yüksek teklifi veren,platformu ele geçirebiliyor. Yani sıradan insanların ifade özgürlüğüne parası yetmez. Dolayısıyla ifade özgürlüğü tamamen karşılıksız değil. Burada da  aynısı yaşandı, ama bizim, Hindistan’ın iyi bir yönü olarak sayabileceğimiz, büyük bir nüfusumuz var. Bu nüfus gazetelerin dışında, ama televizyonlarda gösterilen insanlardan oluşuyor. Fakat bir şekilde bu insanların tüm nüfusu kolayca kontol edemediği bir hiyerarşi de var. Bir sürü broşür, fanzin, dergi ve toplum kurallarına aykırılık sözkonusu, ki bence bu harika. Ayrıca internette de dönen bir çok şey var, Facebook’ta ya da diğer sosyal medyada. Gerçi hükümet bunları da susturmaya çalışıyor  ya.

Her ne kadar bizler olan biteni anlamak için aşırı bir çaba sarf ediyorsak da, onların da kusursuz bir demokraside yaşıyormuşuz gibi davranmaya devam edebilmeleri için aşırı bir efor sarf etmeleri gerekiyor. Ayrıca bunu Çin’deki gibi de yapamazlar, zira orada direk içeri atarlardı. Sonuçta burada olanlar , Çin’de medyanın susturulması ya da diğer bariz bir şekilde diktatör olan ülkelerde olanlardan çok farklı. Bence bu ince zekânın bir savaşı veBrahmanvari bir kurnazlığa benziyor. Ama belki bir şeye kulak misafiri olmuştur diye Dalit’in kulaklarına kurşun dökülen Manusmrti durumunu da aştık artık. Bunu aştık belki ama, zihniyet pek değişmedi. Ayrıca demokrasiymiş gibi gözükmenin ve bu harika medyaya sahip olmanın getireceği kârın kaydı da tutulmalı. Hindistan gerçekten de demokrasi gibi gözükmekten ötürü iyi puan topluyor. Bu yüzden de Ortadoğu’da çıkan ayaklanmalar hakkında yapılan haberlerin yarısı kadar bile haber yapılmıyor Kaşmir hakkında, tıpkı Tibet hakkında haber yapılmadığı gibi. Yani belli başlı medya kuruluşları bir başkaldırı hakkında hevesle haber yaparken, bir diğeri hakkında susuyorsa, ne olup bitiyor diye bir düşünmeniz gerek, değil mi? Buradaki hikaye ne?

Bu  yazı Manav Bushan’ın Özgür İfade Platformu  için Ocak 2012’de gerçekleştirdiği  söyleşinin hafif bir editöryal düzeltmeden geçmiş versiyonudur.

Devamı İçin:

İstediğin dilde bir yorum yaz

Öne çıkanlar

Öne çıkanları görmek için sola kaydır


Özgür İfade Platformu Oxford Üniversitesi, St. Antony's Koleji'ndeki Dahrendorf Programı'nın Özgürlük Çalışmaları için yürüttüğü bir araştırma projesidir. www.freespeechdebate.ox.ac.uk

Oxford Üniversitesi